www.yazikosesi.tr.gg
www.yazikosesi.tr.gg  
  ANA SAYFA
  HAKKIMIZDA
  YAZI KÖŞESİ
  HİKAYELER
  => AVUSTRALYALILAR VE ÇANAKKALE
  DİNİ YAZILAR
  İKİ FARKLI GÖRÜŞ
  SERBEST YAZILAR
  SİZDEN GELENLER
  HABERLER
  Samanyolu Haber
  Moral Haber
  Haber 7
  İLETİŞİM
  ZİYARETÇİ DEFTERİ
grandchild of the ottoman 2008
AVUSTRALYALILAR VE ÇANAKKALE

  YAZAN:  YASİN ÖZEN                  


                 AVUSTRALYALI İKİ ARKADAŞ VE ÇANAKKALE

                                                                                   Avustralya, Canberra 2007

     Avustralya’da internet ağı üzerinde bulunan bazı siteler sayesinde farklı yerlerde bulunan insanlar birbirleriyle tanışıp, gruplar kurarak fikirlerini paylaşabiliyorlardı. Bu site gençler arasında çok yaygın olarak kullanılıyordu. Michael ve John’da bu site sayesinde tanışmışlardı.

     John,20 yaşında bir gençti ve daha yeni bir gazeteciydi. Yerel gazetelerde belli başlı yazıları vardı ama fazla tanınan biri değildi. Araştırmalarını genellikle tarihi konular üzerine yapar ve bu konular hakkında yazılar yazardı. Kısacası tarihi çok seviyordu. Michael’da aynı yaşlarda genç bir yazardı. O da John gibi fazla tanınan biri değildi ve sadece birkaç makalesi vardı. John’da tarihi konulara çok önem veriyor ve tarihle çok ilgileniyordu. Bu iki genç bu sitede açılan tarih grubunda tanışmışlar ve arkadaş olmuşlardı. Uzun zaman sadece internet üzerinden konuşuyorlardı ve daha hiç birbirlerini görmemişlerdi. İki arkadaşta Canberra’da oturuyorlardı ve bir gün bir yerde tanışmaya karar verdiler. Öğle yemeğinde şehrin meydanında bulunan bir lokantada buluştular. İlk önce biraz çekindilerse de kısa bir süre sonra kaynaştılar ve birbirlerine hayallerini söylediler. İki gencinde hayali Çanakkale Savaşı hakkında bir araştırma yapıp güzel bir eser ortaya çıkarmak ve sonucunda ödül alıp tanınmış bir insan olmaktı. Çanakkale hakkında bir araştırma yapmak istiyorlardı çünkü dedeleri bu savaşa katılmıştı ve dedelerinin anlattığı savaş hikâyeleri iki genci çok etkilemişti. İki genç bu kadarla yetinmiyordu ve daha önce hiç gitmedikleri Çanakkale’ye gidip araştırma yapmak istiyorlardı.

        ÇALIŞMALAR BAŞLIYOR

      İki genç ortakça bir araştırma yapmaya karar vermişlerdi. Araştırmanın ilk kısmını kendi ülkelerinde yapacaklardı. Dedelerinden kalan hatıra defterlerini ve ülkede savaşa katılan başka insanlardan kalan anıları inceleyecekler, daha sonrada hiç gitmedikleri Çanakkale’ye gideceklerdi ve kitaplarını yazıp, hayallerini gerçekleştireceklerdi.

     John yalnız yaşıyordu ve bu yüzden Michael’ı evine davet etmişti. İkisinin aynı evde kalması araştırmaları için daha iyi olacak ve zaman kaybı önlenecekti.

     Akıllarında ki ilk soru şuydu “Bizim atalarımız bu savaşa niçin katılmış? Niçin buralardan çok uzaklarda olan ve kendisiyle ilgisi olmayan topraklara savaşmaya gitmişler?” Bu sorunun cevabı defterin ilk sayfasında John’un dedesi tarafından şöyle verilmekteydi;

“İngilizler ülkemize gelmişler bize bazı şeyler söylüyorlardı. Herkese broşürler ve ilanlar dağıtıyorlardı. Dediklerine göre Osmanlı ülkesine geziye gidilecekti ve bu geziye katılanlar İngiliz vatandaşlığına alınacaktı. Tabi ki İngiliz vatandaşı olmak çok güzel bir şeydi ve herkes bu yüzden İngiliz yetkililere bu gezi için müracaat ediyordu. Ben de İngiliz vatandaşı olmak istiyordum ve Osmanlı ülkesine gidip oraları görmek istiyordum ve bu yüzden ben de kendimi listeye yazdırdım. Gün gelmişti ve binlerce insan yola çıkmıştı. Ama Osmanlı topraklarına değil sanki başka yere gidiyorduk ve bunu yolculuğun sonunda kesin olarak anlamıştık. Osmanlı topraklarına değil Mısır’a gelmiştik ve acele ile askeri eğitime girmiştik. Kimse ne olduğunu anlamıyordu ve korkudan hiçbir şey soramıyordu. Günlerce askeri eğitim aldık ve sonunda yine yola çıktık. Bu sefer botlarla deniz üzerinde gidiyorduk ve herkes askeri malzemelerle donatılmıştı. En sonunda kıyıya gelmiştik. Buranın adı Çanakkale’ydi ve Osmanlı İmparatorluğuna bağlı bulunuyordu. Herkes ne olduğunu anlamıştı ama artık iş işten geçmişti. Bu kadar insan kandırılarak Osmanlı topraklarına getirilmiş ve savaşın içine sokuluyordu. Artık geri dönüş yoktu.”
John okumayı bitirmiş ve ağlıyordu. “Olamaz, böyle adilik olamaz” diye haykırarak yapılan bu hainliği içine sindiremiyordu. Michael’da aynı şekilde üzülmüştü çünkü onun dedesi de aynı şekilde kandırılarak savaşa götürülmüştü. O kadar çok üzülmüşlerdi ki ilk günlük bu kadar yeter diyerek çalışmalara ara vermişlerdi.

 

 

ÇALIŞMALARIN İKİNCİ GÜNÜ

     John ve Michael defterlere öylesine göz atıyorlar ve yazıları sınıflandırıyorlardı. Çünkü yazacakları kitapta konuları bölüm bölüm ele alacaklardı. Bu yüzden sınıflandırmaları gerekiyordu. John’un bilgisayar kullanma becerisi daha iyi olduğundan yazım ve tasarım işiyle uğraşıyor, Michael ise yazıları analiz edip son haline getiriyordu. Analiz ettikten sonra bilgisayara kaydediyorlar ve yazacakları kitabın ilk kısımlarını oluşturmuş oluyorlardı.

     Hatıra defterlerindeki anılara göz attıklarında siperler arasında geçen olaylar, Türk askerlerinin yardım severliği, Türk askerlerinin merhameti ve Türk askerlerinin kahramanlığı hakkında yazılar yer almaktaydı. Ama ilk önce savaşta bulunulan durumu ele almak istediler. Michael’ın dedesi defterinde durumu şöyle belirtiyordu; “Savaş başlamıştı ve zorlu geçiyordu ama her şeyimiz vardı, tüm ihtiyaçlarımız karşılanıyordu. Silah ve gıda sıkıntısı çekmiyorduk. Orduda bizden başka Fransız, İngiliz ve sömürge Müslümanlarda yer alıyordu. Tam olarak bilmiyorum ama Osmanlı ordusu gıda ve silah sıkıntısı çekiyordu. Zaten bu yüzden kazanacağımızdan emin durumdaydık.”

     John’un dedesinin yazdıklarında ise sömürge Müslümanlarında kandırıldığı yazmaktaydı. “Orduda bizden başka Fransız, İngiliz ve Müslüman sömürgelerde vardı. Ben Müslümanlara “Siz niye buradasınız? Osmanlı ordusu da Müslüman değil mi?” dedim. Onlarda kandırıldıklarını ve halifelerini kurtarmaya geldiklerini sandıklarını söylediler. Evet, hain İngilizler bizleri kandırdığı gibi onları da kandırmıştı.”

     John ve Michael çay arası vermişlerdi ve bu arada da okudukları şeyler hakkında konuşuyorlardı. İki genç daha da çok sabırsızlanıyor ve daha neler öğreneceklerini merak ediyorlardı. John kendi kendine soruyordu;

- Atalarımız kandırılmışlar ama niye hâlâ savaşa devam etmişler?

     Bu sorunun cevabı da dedesinin hatıralarında şöyle yer alıyordu;

“Savaş çok zorlu geçiyordu ve savaşta Türklerle çok yakın olarak savaşıyorduk. Bundan dolayı onlarla bazen iyi ilişkiler kuruyorduk ve aramızda arkadaşlıklar oluşuyordu. İngilizler bize Türkleri çok farklı tanıtmışlardı. Oysaki Türkler hiçte anlatılanlar gibi değillerdi. İngiliz subayları aramızdaki bu iyi ilişkileri anlayınca aramızda ki ilişkileri bozmak için farklı yalanlar söylüyorlardı, yerlerimizi değiştiriyorlardı ve o bölgelere yeni askerler yerleştiriliyordu.

     İlk girişler yapıldıktan ve kafalarda ki soruların cevapları bulunduktan sonra bölüm bölüm ayrılan anıları yazmaya karar verdiler. İlk olarak siperler arasında geçen olayları bir araya toplayıp onları yazacaklardı. Siperlerde geçen olaylar o eski satılarda şöyle anlatılıyordu;

“Çatışmaların hafiflediği hatta durduğu anlar oluyordu. Bu arada Türklerle gıda alışverişi yapıyorduk. Biz onlara çikolata, gofret ve et verirken onlarda bize ekmek ve tütün veriyorlardı. Bizim attığımız etler domuz etiydi ve Türkler bu yüzden geri göndermişler ve ilişiğindeki yazıda da domuz etinin onlara haram olduğu yazıyordu. Biz de normal et konserveleri yollayarak bunları yiyebileceklerini bir yazıyla belirtiyorduk. Tabii bu alışverişten sonra savaş tüm şiddetiyle yeniden başlıyordu.”

     Başka bir yerde ise olaylar şöyle yazıyordu;

“Savaşın durduğu zamanlardan biriydi. Akşamları Türkler bize türkü söylüyordu ve bizde dinliyorduk. Çok güzel sesleri vardı ve söyledikleri şeyler içimizi ferahlatıyordu. Ama bu akşam bir şey eksikti. Her zaman ki asker bu sefer söylememişti. Bir kâğıt yazıp yollayarak nedenini sorduk. Biraz sonra cevap “O asker dün şehit oldu” şeklinde geldi. Biz çok üzülmüştük. Ama yapacak bir şey yoktu ve çatışma tüm şiddetiyle yeniden başlamıştı.”

     Bu anıda ise birbirleriyle konuşacak kadar yakında oldukları belli oluyordu;

“Siperlerin yakınlaştığı yerlerde Türklerle konuşuyorduk. Onlar bize savaşa gelme nedenimizi soruyor, biz de kandırıldığımızı onlara anlatıyorduk.”

     Şimdiki anıda ise siperler arasında geçen olayların en örnek ve en cesur olanı şöyle anlatılmaktaydı;

“Siperler arasında yaklaşık 8 metre gibi bir mesafe vardı. Çatışma o kadar hızlı devam ediyordu ki kafamızı biraz kaldırsak anında vurulacaktık. O sırada bizimkilerden biri ayağa fırladı ve tam siperlerin ortasına yaralı olarak düştü. Arkadaşımız bizden yardım istiyordu ve biz korkudan yerimizden kımıldayamıyorduk. Aniden karşı siperden beyaz bir bez sallanmaya başladı. Bu ara verilmesi manasına geliyordu bu yüzden kısa süreliğine ara vermiştik ve karşıdan gelen Türk askerini izliyorduk. O asker aniden ortaya kadar geldi ve yaralı arkadaşımızı bizim yanımıza getirdi. Biz çok şaşırmıştık ve daha o asker yerine dönmeden onun arkasından ateş ediyorduk.”

     “daha o asker yerine dönmeden onun arkasından ateş ediyorduk” sözüne John çok üzülmüştü ve böyle bir şeyin insanlık dışı olabileceğini söyleyerek bu olayı kınıyordu. Diğer anılarda aynen bu şekildeydi. Diğer yakınlaşmalar ise arada sırada ölülerin gömülmesi için verilen aralarda yaşanıyordu. Saat çok geç olmuştu ve artık iyice yorulmuşlardı ama yorulduklarına değmişti. Çünkü hem yeni şeyler öğreniyorlar, hem de kitaplarının ilk bölümünü bitirmiş oluyorlardı.

ÇALIŞMALARIN ÜÇÜNCÜ GÜNÜ

     John ve Michael bugün değişiklik yapıp dışarıya çıkmaya karar vermişlerdi. Bugünkü araştırmalarında savaşa katılan diğer insanların yakınlarına ulaşıp onlardan da bilgiler toplayacaklardı. Ayrıca arşivlere gidip savaş günlerinin gazetelerini inceleyeceklerdi. İlk önce Canberra’da ki en büyük arşive gitmişler ve arşivdeki gazetelerde savaş dönemine ait bazı yazılar ve röportajlar bulmuşlardı. Ayrıca buldukları bilgilerde Fransız ve İngiliz yetkililerinin de savaş hakkında yaptığı açıklamalar bulunmaktaydı. Arşivde buldukları bilgilerin kopyalarını aldılar ve oradan ayrıldılar. Öğle yemeği arasından sonra “Meçhul Asker” olayı hakkında bilgi edinmek için David ile buluşacaklardı. David bu olayla çok yakından alakalıydı. Çünkü o kafatasını ülkeye getiren asker David’in dedesiydi. Arşivden aldıkları telefon numarası ile David’i aradılar ve durumu anlatarak bir kafe de buluşmayı teklif ettiler. David teklifi kabul edip anlaştıklara yere geldi. John hemen konuya girerek sorusunu sordu;

_ Meçhul Asker hakkında bildiklerinizi lütfen bize anlatır mısınız?

     David evet demek istercesine kafasını salladı ve anlatmaya başladı;

“Dedem Çanakkale cephesinde savaşa katılanlar arasındaydı. Savaşta zor günler geçirmesine rağmen sağ olarak geri gelmişti. Yanında da bir kutu getirmiş ve onu saklamamızı ancak ölümünden sonra açmamızı söylemişti. Biz de sözünü dinleyerek kutuyu sakladık ve hiç açmadık. Aradan yıllar geçti ve dedem öldükten sonra bizde vasiyetine uyarak kutuyu açtık. İlk önce çok şaşırmıştık çünkü kutuda bir kafatası ve küçük bir not vardı. Notta yazılana göre bu kafatası bir Türk askerine ait idi ve bizden bunu saklamamız isteniyordu. Ama insani bir şey değildi ve bu yüzden Türkiye ile irtibata girip olayı bildirdik. Tüm işlemler bittikten sonra da kafatasını Türkiye’ye iade ettik. İade ettiğimiz kafatası da Çanakkale şehitliğinde bir yere gömülerek “Meçhul Asker” olarak adlandırıldı. Böyle bir şey yaptığım kendimi çok rahat hissediyorum.”

     David konuşmasını bitirmişti ve eski hatıralardan etkilendiği için gözleri yaşarmıştı. John ve Michael böyle bir davranışta bulunduğu için David’i kutladılar ve kitaplarında bu olayı açıklayıcı bir şekilde yazacaklarını söylediler. Zaman iyice geç olmuş ve John ile Michael eve gelmişlerdi. Akşam yemeğini yedikten sonra topladıkları bilgileri sınıflandırdılar ve çalışmalara bu günlük son verdiler.

ÇALIŞMALARIN DÖRDÜNCÜ GÜNÜ

     Güneş doğar doğmaz iki arkadaş kalktılar ve kahvaltılarını yaptılar. O kadar çok heyecanlanıyorlardı ki daha neler göreceklerini merak ediyorlardı. Çalışmalar sorunsuz bir şekilde devam ediyor ve işe yarar bilgiler elde ediyorlardı. Arşivden kopyalarını aldıkları sayfaları incelerken “Türklere zehirli gaz atıldı” şeklinde bir başlık dikkatlerini çekti ve altındaki açıklamayı okumaya başladılar. Bir asker olayı şöyle anlatıyordu;

“Savaşın en dehşetli yaşandığı vakitlerdi ve ortada “zehirli gaz kullanılacak” şeklinde bir söylenti dolaşıyordu. Normalde savaş kurallarına göre böyle bir şey yasaktı ama İngiliz komutan Churchill “Türkler insan mı ki?” diyerek bu eylemi yaptırmıştı. Bizim tarafımızdan böyle bir eylem yapılmasına rağmen karşı taraftan aynı şekilde bir karşılık gelmemişti. Oysa onlarda bu gazı kullansalar hepimizi öldürebilirlerdi çünkü onların konumu buna müsaitti.”

     John yazıyı okuduktan sonra bu hadiseyi kınayarak Türklerin merhametini belirten bir yazıyı arşivden buldukları gazete sayfasından okumaya başladı. Fransız General savaştan bir iki sene sonra Çanakkale de anlatıyor;

“Savaşın durduğu anda savaş alanını geziyordum. Öyle bir manzara gördüm ki aynen ressamın elinden çıkan bir tablo gibiydi. İki yaralı asker; birisinin yarası hafif ve oturuyor, diğerinin ise yarası ağır ve diğerinin kucağında yatıyor. Yarası hafif olan kendi yarasını toprakla sarmış, kucağındaki askerin yarasını da sargı beziyle sarmış. Bu askerler kimdi biliyor musunuz? Ağır yaralı olan Fransız askeri, diğeri Türk askeri”

     Bunun arkasından Michael başka bir yazıyı okumaya başlıyordu. Bu yazıda savaşta Türklerin eline esir olarak geçen bir askerdendi;

“Çarpışmalar sonunda Türklerin eline esir olarak geçmiştik ve çok korkuyorduk. Her an bize zarar vereceklermiş gibi korku içinde bekliyorduk ama beklediğimiz olmamıştı. Kendileri bayat ekmekleri yerken bize taze ekmekleri veriyorlardı. Zehirli olabilir diye ilk önce yemiyorduk ama ekmeklerde zehir olmadığını sonradan anlamıştık. O kadar çok iyi arkadaş olmuştuk ki bizi serbest bıraktıklarında onlardan ayrılamıyorduk.”

     John ve Michael hem okuyorlar hem de okuduklarına inanamıyorlardı. Birbirlerine şu soruları soruyorlardı “Düşmanları kötü davranırken, nasıl oluyor da bu kadar iyi olabiliyorlar?”

     Saat yine geç olmuştu. Yoruluyorlardı ama bundan da zevk alıyorlardı. Çünkü gün geçtikçe yeni bilgiler öğreniyorlardı.

ÇALIŞMALARIN BEŞİNCİ GÜNÜ

     Her zamanki gibi sabah olur olmaz kalktılar, kahvaltılarını yaptılar ve yeniden çalışmalara başladılar. Arşivden aldıkları sayfaları incelerken savaşta gözlemci olarak bulunan kişilerin anlattığı birkaç olay dikkatlerini çekmişti. Gözlemcilerden biri Türk hekiminin kendi oğlunu vatana feda etmesini şöyle anlatıyordu;

“Savaşta yaralananlar ağaçlar altına taşınıyordu. Hekimler ise askerler savaşa yeniden katılsın diye önceliği hafif yaralı askerlere veriyorlardı. Tam o sırada bir asker ağaçların altından  “Baba!” diyerek seslendi. Bu asker hekimin oğluydu ve babasından yardım istiyordu. Hekim oğluna yardım etmek istiyordu ama görev kurallarına uymak zorundaydı ve bu yüzden oğlunu kaybetmişti. Sonrada “oğlum vatan feda olsun” diyerek görevine devam ediyordu.”

     Michael yaşlı gözlerle şöyle diyordu;

-Günümüzde şu rahat durumda bile tanıdıklar birbirini kayırırken, Türkler savaş zamanında bile böyle bir şey yapmamışlar ve oğullarını feda etmişler. Bu ne vatan sevgisi, hayret ediyorum.

     John ise kafa sallayarak bu söze katılıyor ve başka bir yazıyı okuyordu;

“İngiliz gemileri kıyıları çok şiddetli top atışlarıyla alt üst etmişti. Tüm Türk askerleri ölmüştü ama bir anda iki asker ayağa kalkıyor ve biri top mermisini tek başına kaldırıp arkadaşının yardımıyla da topa yerleştirdikten sonra düşman gemilerine atıyordu. Ne şanssızlıktır ki bu mermi tam İngiliz gemisine isabet etmiş ve donanmayı çökertmiştir. Sonradan bu askerin adının Seyyid Onbaşı olduğunu öğrendik.”

     Artık çalışmaların sonuna geliniyordu ve planlarına göre bir gün daha çalışma yaptıktan sonra Çanakkale’ye gidip çalışmalara orada devam edeceklerdi.

CANBERRADA SON GÜN VE ÇANAKKALEYE DOĞRU YOLCULUK

     Her zamankinden daha erken kalkmışlardı çünkü bugün çok önemli bir gündü ve Çanakkale’ye doğru yola çıkacaklardı. Michael eline aldığı son gazete sayfasını okumaya başladı. Bu sayfada İngiliz yetkililer tarafından Türklerin kahramanlığı şu şekilde anlatılıyordu;

“İstanbul’u işgal ettiğimizde arşivlere gidip Çanakkale Savaşı hakkında bilgilere bakıyorduk ve şu iki şey dikkatimizi çekmişti;

1)Askerlerimiz Gelibolu da ormanların içinde aslan gördüklerini söylüyorlardı ama bu yörenin coğrafi koşullarına göre aslanın yaşaması imkânsızdı.

2)Biz bir savaş bölgesinde tümen ile savaştığımızı zannederken aslında orada bir tabur bulunuyormuş.”

     Michael şaşkınlıklar içinde yazısını bitirirken John’da başka bir yazıyı okumaya başlıyordu. Bir gözlemci şöyle diyordu;

“Cephede bir Türk askeri ayakları silah kemeri ile ağaca bağlı bir şekilde bulunmuştu. Bu olayın derinine inince Türk askerinin korkup kaçmaması için ayağını bağladığını anladık. Böyle bir kahramanlığı göstermek yürek isterdi ama Türk askeri bu kahramanlığı göstermişti.”

     Ve yine başka yazılarda Alman gözlemciler tarafından Türklerin korkusuzca saldırıya geçtiğini ve muhteşem bir şekilde kahramanlık gösterdiğini belirtiyordu. Bu son yazıyı da okuduktan sonra eşyalarını toplamaya başladılar ve yola çıkmak için tüm hazırlıkları bitirdiler. İlk önce dünya kenti olan İstanbulu gezip, oradan da Çanakkale’ye geçeceklerdi. Ama bir sorun vardı. Onları kim gezdirecek ve kim onlara yardımcı olacaktı. Michael “Eğer Türkler savaş zamanında bu kadar yardımsever ise barış zamanında da bize yardım ederler.” diyerek sorunlarının ortadan kalktığını ve gidebileceklerini söyledi. Zaman gelmişti ve İstanbula doğru yola çıkmışlardı. Yolculuk sırasında dinlenmek amacıyla uyudular ve İstanbul’a gelmeye yakın uyandılar. İstanbul’a indiklerinde tarihi yerleri gezmek amacıyla tura katıldılar. Turda kendileri gibi İstanbulu gezen Mehmet Bey ile tanıştılar. İki genç konuşmaları arasında amaçlarını anlattılar. Mehmet Bey’de Çanakkale de bir otel sahibi olduğunu ve onlara yardım edebileceğini söyledi. İstanbuldan Çanakkale’ye Mehmet Bey’in arabasıyla birlikte gittiler. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Çanakkale’ye geldiler Kaldıkları otel tam gezilecek tarihi yerlerin bulunduğu Gelibolu yarımadasındaydı. Bu da onların işini kolaylaştırıyordu.           

ÇANAKKALE TURU BAŞLIYOR

     O gün eskisi gibi erkenden kalkmamışlardı çünkü bayağı bir yorgunlardı ve çalışmalarının neredeyse yarısı da bitmiş bulunuyordu. Kahvaltıyı Mehmet Bey ile beraber yaptılar ve gezecekleri yerler için plan hazırlayarak gezi için hazırlıklara başladılar. Yanlarına resim çekmek için fotoğraf makinesi, not alabilmek için de ses kaydedici cihazı ve dizüstü bilgisayarlarını aldılar. Çalışmalarının asıl kısmı buradan sonra başlıyordu çünkü bilginin tam kaynağındaydılar. Bu yüzden çok güzel resimler çekmeli ve notları dikkatlice almalıydılar.

     İlk olarak Kilitbahir Kalesine gittiler. John kalenin resimlerini çekerken Michael ise Mehmet Bey’in kale hakkında anlattığı bilgileri hem dinliyor hem de not alıyordu. Mehmet Bey kale hakkında tüm bildiklerini anlatıyordu ama iki arkadaşın dikkatini çeken şu bilgiydi; “Kaleye üst taraftan bakıldığı zaman yonca şeklinde görünüyor ve Arapça olarak Allah ismi yazıyordu.” John bunun sebebini sorduğunda Mehmet ise bunun Allah aşkından dolayı olduğunu söylüyordu.

     Kaleden sonra Seyyid Onbaşının heykelinin bulunduğu yere geldiler. Mehmet Bey her şeyi anlatıyordu. Seyyid Onbaşının 276 kiloluk mermiyi tek başına kaldırması olayı John ve Michael için inanılmaz geliyordu ve şaşkınlıkları yüzlerinden belli oluyordu. John yine aniden çıkış yaparak şu soruyu sordu;

-Bu nasıl olabilir, bir insan bu kadar yükü nasıl kaldırabilir?

     Mehmet Bey ise bu olayın gerçek ve Allah’ın yardımı sayesinde olduğunu anlatıyordu. Ve ayrıca şu bilgiyi de aktarıyordu;

“Savaştan sonra Seyyid Onbaşı’dan mermiyi bir daha kaldırılması ve resminin çekilmesi istenmişti. Ne kadar denediyse de kaldıramadı ve şöyle dedi; “eğer yine aynı durumda olursam ve yine düşman gelirse yeniden kaldırırım.”Kaldıramadığı içinde ağaçtan bir maketi yapıldı ve resmi öyle çekildi.”

     Resimler çekildikten sonra yola devam ettiler. Mehmet Bey her şeyi tamamıyla anlatıyor ve gördükleri her yerin resimlerini çekmelerini belirtiyordu. Bayağı bir ilerledikten sonra gerçek mezarlıkların bulunduğu yere geldiler. Adı üstünde olduğu gibi buradaki mezarlıklar gerçek mezarlıktı ve başlarında sadece bir taş parçası bulunuyordu. Mehmet Bey buranın hikâyesini anlatmaya başladı. Hekim ile oğlunun hikâyesi burada geçmişti ve bu nedenden dolayı John ve Michael daha da çok etkilenerek her tarafın resmini çektiler.

     Daha sonra Yahya Çavuş anıtına geldiler ve Mehmet Bey’den Yahya Çavuş ve arkadaşlarının kahramanlıklarını dinlediler. İki arkadaş Yahya Çavuştan çok etkilenmişlerdi. Bir yandan anıtın resmini çekerken, diğer yandan da anıtın üstünde yazan yazıları not alıyorlardı. Bu yazılar da iki genç üzerinde büyük bir etki bırakmıştı.

     Uzun bir yol aldıktan sonra asıl şehitliğe gelmişlerdi. John ve Michael şehitliği görünce bayağı etkilenmişlerdi. Daha önce resimlerini görmüşlerdi ama böyle yakından görmek onlar için değişik bir duyguydu. Mehmet Bey ilk olarak şehitlik hakkında bilgi vererek buradaki mezarların temsili olarak bulunduğunu, büyük anıtın tarihçesini ve anıt üzerindeki canlandırmaların ne anlama geldiğini anlatıyordu. Michael ve John’da dikkatli bir şekilde tüm anlatılanları dinliyor ve fotoğraf çekiyorlardı. Ve asıl merak ettikleri “Meçhul Asker” anıtı da burada duruyordu. Hikâyesini bildikleri halde Mehmet Bey’den bir daha dinliyorlar ve bir daha hüzünleniyorlardı. Bayağı yorulmuşlardı bu yüzden biraz dinlenmeye karar verdiler ve şehitliğin oradan karşı kıyılara bakıyorlardı. Mehmet Bey bu seferde karşı taraflar hakkında bilgi veriyor ve özellikle Fransızların kurtulamadığı Morto koyunu anlatıyordu. Biraz dinlendikten sonra yemek yiyip yola devam ettiler.

     Gezecekleri yerin belli bir kısmı bitmişti ve uzun bir yolculuktan sonra diğer kısıma geçtiler. İlk olarak ta Kabatepe Müzesine girdiler. Bu müze de iki arkadaşı çok etkilemişti çünkü müzede ki eşyalar çok etkileyiciydi. İlk kısımdan başlayarak hem resim çektiler hem de not tuttular. Müzede en çok dikkatlerini çekenler; mermi saplanmış kafatası, içinde ayak kalmış ayakkabı, mermi saplanmış kemikler, askerlerin kullandığı aletler, hâlâ üzerinde kan bulunan askeri elbise ve yanmayan Kuran’dı. Hiç üşenmeden müzedeki tüm eserlerin resimlerini çekmişlerdi ve eserlere defalarca bakmışlardı. Müzeden çıktıktan sonra bayrağı elinden bırakmayan askerin anıtına gittiler. Bir askerin savaşın en zor anında bile bayrağını elden bırakmaması John’un dikkatini çekmişti.

     Sıradaki yer ise Anzak koyu idi. Dedeleri savaştan geri dönmüşlerdi ama burada kendi vatandaşlarının mezarı bulunuyordu. Bu kısımda genellikle Anzak ve İngilizlere ait anıtlar bulunmaktaydı. Buradan ilerleyerek Mehmetçiğe Saygı Anıtına geldiler. Bu anıt ise savaşta kendisini kurtaran Mehmetçik adına bir Anzak subayı tarafından yaptırılmıştı.

     Biraz daha ileriye gittiklerinde gerçek siperler karşılarına çıkıyordu. Siperler kendiliğinden kapanmasın diye sağlamlaştırılmıştı ama doğal kalan siperlerde mevcut bulunmaktaydı. Bu siperler dikkatlerini çok çekmiş ve neredeyse hepsi birbirine benzediği halde teker teker resimlerini çekmişlerdi. Siperlerden sonra muhteşem olan başka bir anıta 57.Alay Şehitliğine gelmişlerdi. John şehitliğin resimlerini çekerken, Mehmet Bey ise şu sözlerle 57.Alay hakkında bilgiler veriyordu;

“57.Alayın komutanlığını Mustafa Kemal yapıyordu. Bu alayda tüm askerler şehit olmuştur ve sadece Mustafa Kemal sağ kalmıştır. 57.Alay şehitliğinin içinde bir de Dimitri adında alay doktoruna ayrılmış bir yer vardır. Dimitri savaşta doktorluk yapmıştır ve isteği üzerine 57.Alay içinde ismi anılmıştır. Dimitri çarpışmadan önce Ali Çavuş’a “Beni gâvur diyerek başka yere gömmeyin çünkü bende sizdenim” demiştir.”

     Mehmet Bey ayrıdan birkaç sözle Mustafa Kemal’i şu şekilde tanıtmıştır;

“Mustafa Kemal savaşta üstün başarılar göstermiş ve yetenekleri sayesinde savaşta büyük rol oynamıştır. Bu savaştan sonra tüm dünyada tanınmıştır ve Mustafa Kemal bunlardan aldığı güçle bağımsızlık mücadelesi için çabalamıştır. Mustafa Kemal savaşın en sıkışık zamanında “Süngü tak, yere yat” ve “Ben size ölmeyi emrediyorum” sözleriyle askerin motivasyonunu yükseltmiş ve zorlu cepheleri bu sayede kazanmıştır.”

     John ve Michael bu konuşmanın hepsini not almışlardı ve Mustafa Kemal’i öven sözler dile getirmişlerdi. 57.Alay şehitliğinden sonra Mustafa Kemal’in savaşta gözetleme yaptığı yere doğru yol aldılar. İki arkadaşın bu geziden zevk aldıkları yüzlerinden okunuyordu ve yoruldukları halde yorgunluklarını belli etmiyorlardı. Yolda gördükleri her yerin resimlerini hiç üşenmeden çekiyorlar ve buralar hakkındaki bilgileri not alıyorlardı. Gözetleme yerini gezdikten sonra son olarak Atatürk’ün saatinin parçalandığı yere geldiler ve Mehmet anlatmaya başladı;

“Savaş sırasında Liman Von Sanders Atatürk’e saatini hediye etmişti ve bu saat sayesinde Atatürk bu bölgede ölümden kurtulmuştu. Çünkü kurşun bu saate isabet etmişti.”

     Vakit epeyce geç olmuştu ve bu yüzden otele geri dönmeye karar verdiler. Zaten gezecekleri yerler bitmişti. Otele geldiler ve akşam yemeğini yedikten sonra hemen yattılar. Planlarına göre Çanakkale kısmına ise diğer gün geçeceklerdi.

ÇANAKKALE TURUNDA İKİNCİ GÜN

     Sabah saat 10.00 civarlarında kalktılar ve otelin terasında kahvaltı yaptılar. Artık çalışmaların sonuna doğru gelinmişti. Karşıya gidip birkaç yer daha gördükten sonra çalışmaları sona erecekti ve hayallerini kurdukları eseri oluşturacaklardı. Kahvaltıdan sonra hazırlandılar ve arabalı vapur ile karşıya geçtiler. Karşıda Çanakkale savaşı ile ilgili fazla bir şey bulunmuyordu. Zaten sadece meşhur Aynalı Çarşı’ya ve Askeri deniz müzesindeki Nusret Mayın Gemisinin maketini görmeye gideceklerdi. İlk önce müzeye girdiler ve maket geminin resimlerini çektiler. Daha sonra Mehmet Bey Nusret Mayın Gemisini şu cümlelerle anlatmaya başladı;

“Bu gemi Çanakkale Zaferi için çok önemli bir yere sahiptir. Savaş sırasında 26 adet mayın Almanlar tarafından işe yaramaz denilerek ayrılmıştı. Ama bir komutanın gece gördüğü bir rüya ile bu mayınların kullanılması isteniyordu ve bunun üzerine 26 mayın denize zor koşullarda dizildi. Düşman donanmasının hiç beklemediği anda patlayan mayınlar sayesinde tüm düşman donanması hezimete uğramıştı. Bu sayede İngilizler denizden saldırıda başarısız olmuşlar ve kara saldırılarına yönelmişlerdir. Burada bulunan geminin maketidir. Geminin orjinali Mersinde sergilenmektedir.”

     Gemiyi inceleyip, müzeyi gezdikten sonra buradan çıktılar ve Aynalı Çarşıya doğru yol aldılar. Bu çarşı meşhur Çanakkale marşı içinde anılmaktaydı bu yüzden buraya gitmek istemişlerdi. Çarşının içinde süs eşyaları satılıyordu. John ve Michael çarşıdan bayağı bir eşya aldılar. Genellikle Osmanlı arması ile süslü olan eşyalara daha çok ilgi gösteriyorlardı. Çarşıyı da gezdikten sonra öğle yemeğini yediler. Mehmet Bey diğer yerlere götürmeyi de teklif etti ama John zamanlarının olmadığını ve bir an önce eserlerini bitirmeleri gerektiğini söyledi. Bunun üzerine otele geri döndüler. Vapurla dönerken Michael birkaç şey sormak istediğini söyledi ve sorularını sordu.

-Türkler bu savaşta canlarını hiçe sayarak çarpışmışlar ve hiç ölümden korkmamışlar. Bunun sebebi nedir? Diğer sorumda; Türkler savaş esnasında çok merhametli davranmışlar ve esirlere karşı çok iyi davranmışlar. Niçin böyle yapmışlardır?

     Mehmet Bey bu iki soruyu şu şekilde cevaplamıştır;

“Bizim dinimize göre savaşta Allah rızası için ölenler şehit sayılır ve şehitlik çok yüce mertebedir. Yine bizim inancımızda şehit olarak ölenler sorgusuz olarak cennete girerler. İşte bunlardan dolayı tüm askerler şehit olmak istemişlerdir ve korkusuzca savaşmışlardır. İkinci soruya gelecek olursak bu da dinimizin gerektirdiği bir emirdir. Hem peygamberimizde savaşlarda bunu böyle uygulamış ve ashabına da böyle yapmalarını söylemiştir.”

     Sözün burasında Michael araya girer ve Hz. Muhammed hakkında bazı şeyler bildiğini, onun çok merhametli, şefkatli olduğunu söyler.

     Artık çalışmaların sonuna gelinmiştir. Akşamleyin tüm bilgiler toparlanır ve sıraya konur.  Artık kitap son halini alır ve Avustralya’ya dönüş için hazırlıklar yapılır. Mehmet Bey iki gence bir daha gelmeleri için teklifte bulunur. John geleceklerini ve belki de kalıcı olabileceğini söyler.

        CANBERAYA DÖNÜŞ VE SONRASI

     Canberra’ya gelmişlerdi ve yazdıkları “Çanakkale Destanı” adlı kitap için sponsor aramaktaydılar. Konu ilgi çekici ve kapsamlı bir konu olduğundan yüksek bir fiyata bir yayın eviyle anlaştılar. Beklenen gün gelmiş ve kitap piyasaya çıkmıştı. Kitabın çıktığı ilk gün fazla hareketlilik yaşanmaz ve John bu yüzden çok üzülür. Michael ise umudunu kesmemiştir ve John’a da umudunu yitirmemesini söylemektedir. Öbür gün öyle bir yoğunluk yaşanır ki kitaplar tükenmiştir ve binlerce sipariş gelmektedir. Hatta kitabın diğer dillere çevrilmesini isteyen bazı yayıncılar yüksek fiyatlar önererek bu hakkı satın almışlardı. Bir hafta içinde tüm ülke bu kitapla tanışmış oldu ve bu iki arkadaş ödül almaya layık görüldü. Ödül töreninde bütün yayınevleri yazarlık için yüksek fiyatlarla tekliflerini sunarlar ama bir sonuç elde edemezler. İki arkadaşta törenin sonunda Çanakkale’ye gidip artık orada yaşacaklarını açıklarlar ve herkesin oraya gitmesini tavsiye ederler.

     Aradan bir hafta geçtikten sonra verdikleri kararı uygularlar ve Çanakkale’ye giderler. Kitaptan kazandıkları para ile iki katlı müstakil bir ev tutarlar. Mehmet Bey’in yaptığı iş teklifini kabul edip otelde rehberlik yapmaya başlarlar. Otelde rehberlik yapmanın yanında yazacakları diğer kitabın konusunu yaptıkları araştırmalar sırasında etkilendikleri İslam dini üzerine yapmaya karar verirler. Bu kararlarında Mehmet Bey’in yaşayış biçimi, Türk askerinin iman gücü ve düşmanına bile gösterdiği merhamet etkili olmuştur. Yaptıkları çalışmalar sonucunda da Müslüman olmaya karar verirler. En sonunda dedelerinin yıllar önce bu topraklara gelip haksız yere savaştığını ve ÇANAKKALE’NİN NİÇİN GEÇİLEMEDİĞİNİ anlarlar.

                                                          ---SON--

 

RADYO KANALI: LALEGÜL FM  
   
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol